Londra’da kaldığımız otel Hyde Park’a yakın olduÄŸu için üçüncü günün sabahı kahvaltıdan hemen sonra burada yürüyüş yaptık. Her ne kadar haritada parkın tamamı bir bütün gibi görünse de, Hyde Park ve Kensington Gardens olarak iki kısımdan oluÅŸuyor. Biz Bayswater tarafından küçük bir kapıyla Kensington Gardens’a girdik.
Öğleden önce park çok sakindi. Etraftaki insanlar ya köpeklerini gezdiriyorlar, ya da koşu yapıyorlardı.
(Kensington Gardens’taki Physical Energy heykeli)
(Prenses Diana’nın anısına düzenledikleri, iki parkın içinden geçen yürüyüş yolu)
Kensington Gardens’taki sakin yürüyüşün ardından iki parkı birbirinden ayıran yoldan karşıya geçip Hyde Park’a girdik. Burası çok daha hareketliydi.
Serpentine gölüne vardığımızda göl kenarındaki Simon Gudgeon tarafından yapılmış bronz İsis heykelini gördük. Heykelin zeminindeki halkalarda İsis Eğitim Merkezi için toplam 2.2 milyon pound yardımda bulunan kişilerin isimleri yazıyormuş. Parktaki bu eğitim merkezinin binası tamamen çevreci ve sürdürülebilir enerji ilkelerine göre yapılmış. Her yaştaki öğrencilerine laboratuvar bilgilerinin yanı sıra, doğanın içinde de dersler vererek hem doğa kültürü hem de yoga, meditasyon gibi alanlarda eğitim imkanı sunuyor.
(Simon Gudgeon’un İsis heykeli)
Biraz daha ilerleyince Serpentine gölünün tahminimizden daha büyük olduğunu farkettik. Gölün diğer yanında yine her parkta görmeye alıştığımız şezlonglardan vardı. Değişik renk ve desenlerde kumaşlarla yapılmış bu şezlongların en güzel renkli olanlarında aklım kaldı yine.
(The Serpentine Bar & Kitchen)
Gölün kenarında bizi cezbeden bir bar gördük. Su kenarında bir kaç tane de boş şezlong olduğunu farkedince biralarımızla park manzarasının tadını çıkardık :)
Parkta oldukça uzun vakit geçirmiÅŸtik. Oradan sonra Londra’nın en hareketli yerlerinden Oxford Street’e yürüdük. Cadde o kadar kalabalıktı ki bir an kendimi İstiklal Caddesi’nde, veya Kadıköy’de yürüyor gibi hissettim. Oxford’la kesiÅŸen Regent Street biraz daha geniÅŸ ve sakin olduÄŸu için sanırım bu caddeyi daha çok sevdim.
Bu bölgenin tüm ara sokaklarında dolaÅŸtık. Bir ara da Sherlock Holmes’un orijinal hikayesinde yaÅŸadığı evin bulunduÄŸu sokak olan Baker Street’ten geçtik.
Baker Street üzerinde, bir kaç gün içinde Londra’daki en beÄŸendiÄŸimiz kafe zinciri haline gelen Pret a Manger görünce burada da kısa bir mola verdik. İngiltere’de 230 ÅŸubesi bulunan bu Pret’de yalnızca o gün üretilen, koruyucu ve kimyasal barındırmayan, doÄŸal yiyecek ve içecekler satılıyor. Bu kafeyi o kadar sevdik ki her gün mutlaka bir ÅŸubesinde bir ÅŸeyler yedik.
Günü bitirdiÄŸimizde farkettik ki bu ÅŸehirde yalnızca bir günümüz kalmıştı…
Ileride kendime rehber edecegim bu yazilarinizi büyük bir zevkle okudum :) Paylastiginiz icin tesekkürler.
Sevgiler…
Bir şehri medeni bir şehir yapan kesinlikle parklarıdır. Londra da bu konuda çok başarılı bir şehir.